CUMHURİYET AYDINLARININ HALKla İLİŞKİSİ
1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yetiştirdiği aydınlar bu cumhuriyetin kurulmasında önemli rol almıştır. Yıkılmakta olan bir imparatorluğu ayağa kaldırmak için Osmanlı’nın son yarım asrında aydınlar kendilerine birden fazla misyon ve vizyon yükleyerek bu çöküşü öncelikle fikriyatta egale etmeye kalkışmışlardır. Cumhuriyet’in ilanı, yalnızca bir yönetim biçimi değişikliğini değil, aynı zamanda bir zihniyet dönüşümünü de beraberinde getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan toplumsal yapıda “aydın” kavramı, genellikle devlet memuru veya seçkin bir zümreyle özdeşleşirken, Cumhuriyet’le birlikte aydın, halkın eğitimini, bilinçlenmesini ve çağdaşlaşmasını hedefleyen bir rehber konumuna taşınmaya çalışılmıştır. Ancak bu aydın-halk ilişkisi, tarihsel süreç içinde değişim göstermiş, değişimden ziyade aydınlarımız halktan kendilerini üstün görmeye başladıkları da olmuştur
Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki “halk için ama halkla birlikte” anlayışı, zamanla yerini daha mesafeli ve ideolojik temelli bir ilişki biçimine bırakmıştır. Osmanlı’da yetişen son dönem aydınları Türkiye Cumhuriyeti’nin fikri altyapısını oluşturmak için yığınlarca fikriyat, inkılap, felsefe ve eylem gerçekleştirdiklerinden halkı çoğu zaman unuttukları bir gerçektir fakat Türkiye Cumhuriyeti fiilen yeni bir devlet olsa da aslında halkı ile Osmanlı’nın devamıdır. Bu sebeple aydınlarımız, ölü toprağını üstünden atıp ceditçi bir misyonla bir şeyleri yeniden inşa etmek isterken halkı maalesef zaman zaman yerip, haklarında kötü konuştukları yazılarıyla, gazeteleriyle ve kitaplarıyla anladığımız bir gerçektir. Oysa halk, gelişmemeye, yenilenmemeye, bir şeyler öğrenmemek istediğinden değil, bir altyapısı olmadığından, bazı şeylere anlam verememesindendir.
Bu olayı bir örnek ile açıklamak gerekirse Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban romanındaki başkarakter Ahmet Celal’in halkı hayvana benzetmesini gösterebiliriz. Eserdeki Ahmet Celal karakteri, Cumhuriyet aydınının halka yaklaşımındaki ikilemi temsil eder; halkın ilgisizliğinden yakınırken, kendi yabancılaşmasının da farkına varır. Böylece roman, aydın ile halk arasındaki kopukluğun tarihsel köklerine ışık tutar. Bu sebeple Yakup Kadri halktan çok tepki almış ve bir açıklama yaparak durumun öyle olmadığını söylemiştir. Buna ek olarak Yaşar Kemal’in kitaplarına baktığımızda aslında halkı kötülemekten ziyade halkın halini ve tavrını ortaya koyan gerçek bir toplumcu gerçekçilik olduğunu görürüz. Hatta Yaşar Kemal’in Teneke adlı kitabında Ankara’daki bürokratların ve aydınların kendi çıkarları için Adana’daki ağalarla iş birliği kurduğunu ve kendilerinden bürokraside küçük olanlarla çıkar için iş birliği yaptıklarını bile görürüz.
Buna karşılık Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal ve Vurun Kahpeye gibi eserleri, halkın inançları ve değerleriyle modernleşme düşüncesi arasında köprü kurmaya çalışan bir aydın duyarlılığına örnektir.
Cumhuriyet’in ilk döneminde aydın, her ne kadar halkı dönüştürmeye çalışan bir üst konumda bulunsa da halkla doğrudan temas kurma gayretini korumuştur. Bu koruma bir nevi aydının kendini halktan üstün görmesiyle sonuçlanmıştır. Keza aydın halkla bir olmalı ve ortak bir şuur için gereken adımları atması gerekmektedir.
1950’lerden itibaren Türkiye’de çok partili hayatın başlaması, kırsaldan kente göçün hızlanması ve ekonomik yapıların değişmesiyle aydın-halk ilişkisi yeni bir evreye girmiştir. Aydın, toplumun nabzını tutan bir önder olmaktan ziyade, politik kutuplaşmaların içinde taraf haline gelmiştir. 1980 yılı sonrasında yaşanan askerî darbe, küreselleşme ve neoliberal ekonomik politikalar, aydının toplumsal rolünü köklü biçimde dönüştürmüştür. Bu dönemde aydın, artık toplumu dönüştürmeye çalışan değil, toplumsal değişimi uzaktan gözlemleyen bir figüre dönüşmüştür. Serbest piyasa ekonomisinin etkisiyle bireyselleşme artmış, medya ve kültür endüstrisi aydın kimliğini yeniden tanımlamıştır. Artık aydın, halkın içinde değil, televizyon programlarında, gazetelerde veya günümüzde sosyal medyada görünür hale gelen bir karakterdir. Aslında bu aydın ile halkın arasındaki aşılması güç farkı gösterir.
Bu dönüşüm, aydın ile halk arasında duygusal ve kültürel bir kopuşa yol açmıştır. Halk zaten aydını kendinden biri olarak görmekte zorlanırken, aydını artık “elit bir zümrenin temsilcisi” olarak görmeye başlamıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında köy enstitülerinde, halkevlerinde halkla yan yana çalışmaya çalışan aydın tipi yerini, kentli, akademik, bürokratik veya medya merkezli bir entelektüel tipe bırakmıştır. Günümüz aydını çoğu zaman halkın sorunlarına dokunmaktan ziyade, onları teorik düzeyde tartışan, soyut kavramlar üzerinden analiz eden bir figür haline gelmiştir. Bu da halkta “aydın bize tepeden bakıyor” algısını güçlendirmiştir.
Bu noktada, Türkiye’de aydın-halk ilişkisini keskin bir kopukluk olarak değil, değişen toplumsal koşulların doğurduğu bir dönüşüm süreci olarak değerlendirmek gerekir. Cumhuriyet’in ilk dönem aydınları halkı dönüştürmeye çalışırken, son dönem aydınları halkın dönüşümünü anlamaya yönelmiştir. Birincisi “eylemci”, ikincisi “gözlemci” bir karakter taşır. Ancak her iki dönem de halkı merkeze almıştır; fark, halkla kurulan iletişimin niteliğinde yatmaktadır. Aydın-halk ilişkisinin temelinde süreklilik gösteren bir “öğretme isteği” olsa da bu isteğin yöntemi ve biçimi zamanla değişmiştir.
1923’ten itibaren gerek sosyal gerek ekonomik inkılaplar ile halkın arasındaki bağ tam anlamıyla kurulamaması fikrimce 1980 sonrasında da bu kopukluğu göstermiştir çünkü esasında cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana gelen aydın-halk kopukluğu siyasi bir drama haline geldiğinde artık uçurum iyice artmıştır. 1923’ten 1970’lere kadar iyi de olsa kötü de olsa aydın halkın içine girip gözlem yapmaya çalışır ve durumun ehemmiyetini anlatırken 1970 ve 1980 sonrası aydının kendi kabuğuna çekildiğini görmemiz normaldir. Özellikle 1980 sonrasında toplumsal yapıda meydana gelen ekonomik ve kültürel dönüşümler, aydın kimliğini de yeniden şekillendirmiştir. Serbest piyasa ekonomisinin yaygınlaşması, medya kültürünün yükselişi ve küreselleşmenin etkisiyle aydın, artık “toplumu dönüştüren” veya “dönüştürmeye çalışan” değil, toplumu yorumlayan bir figüre dönüşmüştür. Bu süreçte halkla organik bağ zayıflamış, aydın çoğu zaman şehirli, entelektüel çevrelerin içine kapanmıştır. Cumhuriyetimizin son dönem aydınları, halkı bir “araştırma nesnesi” veya “politik güç” olarak ele almakta, onunla birebir temas kurmaktan ziyade teorik düzeyde tartışmalar yürütmektedir. Akademikleşen aydın tipi, üniversite koridorlarında, sempozyumlarda veya medya platformlarında varlık gösterirken, köy, kasaba ve taşra halkıyla doğrudan iletişimi büyük ölçüde kaybetmiştir. Aslında yazımın başında eleştirmeye çalıştığım Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönem aydınlarını, son dönem aydınlarına karşı bir kıyasa sokmaktansa değişen ekonomik çevre, popüler kültür, maddiyat, maneviyat ve siyasi olma düşüncesi bu ülkede maalesef her zaman baş göstermiş ve halkın dertlerinden uzak esasında o halktan beslenen bir çevre haline gelmesini görmeyi ülkemiz kurucuları bile beklemiyordur. İlk dönem aydınları ile son dönem aydınları arasında halk tabanlı değişen bir şey var ise o da halkın ancak ve ancak kendini küçümseyenlere karşı durduğu ve duracağı noktayı artık daha iyi bilmesidir, bu halkın bir dönüşümüdür. Ne var ki bu dönüşüm, halkın aydınla kurduğu duygusal ve kültürel bağı da zayıflatmıştır.
Pozitivist ve sekülarist çevreler, halkın yıllar boyu koruduğu irfanın üstüne daha çok giderse daha çok etkiye ve tepkiyle karşılaşacaklardır. Kim kendini aydın sanıp halkı eğitmeye ve ıslah etmeye kalkışırsa, halkımız tepkisini koyup daha çok öğrenip daha çok öğretecektir.
Sonuç olarak, Cumhuriyet’in ilk döneminde aydın-halk ilişkisi toplum mühendisliği ekseninde, son döneminde ise kültürel mesafe ve bireysellik ekseninde şekillenmiştir. Türkiye’nin geleceğinde sağlıklı bir toplumsal bilinç inşası, bu iki dönem arasındaki kopukluğu gideren, halkla yeniden temas kurabilen bir aydın tipinin yetişmesine bağlıdır. Gerçek aydın ne halkın üzerinde ne de halkın karşısındadır; halkın içindedir, onunla düşünür, üretir ve gelişir. Türkiye’nin geleceğinde kültürel bütünlüğün ve toplumsal dayanışmanın sağlanabilmesi, halkla yeniden sahici bir ilişki kurabilecek, bilgi ile sezgiyi, bilim ile irfanı birleştirebilen bir aydın tipinin varlığına bağlıdır. Bu anlayışın güçlenmesi hem Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini yaşatacak hem de modern Türkiye’nin demokratik bilincini derinleştirecektir.